Kayıp şehrin insanları ruhlarını kaybederken;
Fillerin ölümü!..

    
Bu şehrin insanları birbirini tanımıyor hiç. Bir yatakta yatanlar, bir bardaktan su içenler en yabancı. Ve ruhlar hep uzakların özleminde. Kimilerine göre ölümü özlüyor hep insanlar, uzaklara şarkılar yazmak hep ölümün kışkırtıcı kandırmacası... Kimileri kavuşmayı gitmekten uzak buluyor.
     Yorgunuz!.. Öyle uzak, uzağız kendimize, nereye sığdıracağız sevdiklerimizi? Ve onlar, durmaksızın ruhumuzun tulumunu çıkartıyorlar ve bizi robot gibi diziyorlar hayata.
     Filler mezarlığını arıyoruz!.. Vakitsiz gelen ölümle sevişmeyi kimseler görmesin, yaşadığını sandıkları cesetlerimizi kimseler bulmasın diye...Veda etmeyin, anlarlar!..
     Yalnızlığın en zoru, apansız gelen bir gerçekle yalnız kalmaktır ki, acı ve korkuyla gelen hüznü çok kalabalıktır. Ruhun cenazesi bu cemaatle kalkar.
     Yüzünün derinliklerine bir kaç romanı yerleştirmiş, saçlarına da dondurucu soğuklar serpiştirmiş eski bir dostum, bir akşam alacasında hasret giderişe teslim olurken, sanki sır değil, can verir gibi anlattı. Artık birbirimize esemeyen bir sevda rüzgarının yürek dokunuşlarında, bıraktığımız yerden uzayıp giden kendi romanlarımızın özetini geçip, son sayfalarını açmıştık önümüze.
     Yorgundum. Yorgundu. Cinnetli kayboluşlarımızın satır aralarında uzun susuşlarla ve sorgusuz konuşuyorduk, birbirimizi anlamanın heyecanıyla. 
     “Cinayet aslında intiharın ta kendisidir”
diyordu dostum, yüzündeki acımasız seyirmeyle. “Onca sevdaya rağmen seni tüketen bir ilişkiyi bitirmek için, karşındakine kurşunu sıktın mı, aslında vurduğun sensindir. Kurşun seni delip geçmeden onu öldüremez...”
    
Bir ayrılık çoğu zaman iki kişilik ölümdür!.. Eğer sevda içerirse... O alacanın gün ışığında, aslında hiç değilse aynı kayboluşu paylaşmak adına yalnız olmadığımızı bir kez daha anladım. Ölüler şehrinin son sahipleriydik sanki. Ruhlarını terkeden bir dolu insan arasında yürüyordum. 
     Filler mezarlığında gibiydik, onca kalabalıkta ve ölenle öldüren arasında durmadan gidip geliyorduk. Bir sokakta, bir evde, bir yerlerde birileri durmadan hacamatlıyordu sevgilerimizi, dostluklarımızı, yüreğimizi... Ruhlarımızı kevgire çeviren bir dünya düzeni içinde kayboluşlarımızı yaşıyorduk, hiç varolmamış gibi... Bizi dalımızdan koparanlarla aynı hayatı paylaşmanın hiç bir izahı yok!..
     İçimizle dışımız arasındaki yaraları gitgide büyüten çelişkiler. Daha uzaklara gitmeli, daha uzaklara, en uzaklara, hiç dönülmez yollar bulmayı oysa... Ormanlar yeşertmeli aramıza ve okyanusları kurmalı toprağımızın çoraklarına...
     Ah yalnızız!.. Yalnızlığımızın kimlik savaşları hiç yok ve bunu yaşamak bir seçime dönüşür sonunda. Rainer Maria Rilke, içe dönük bir günce olan ve aslında kendini anlattığı “Malte Laurids Brigge’nin Notları” adlı kitabında, yalnızın “öteki” insanlarla olan kapanmaz mesafesini anlatıyor: “Yalnızlardan söz etmemiz, insanlardan fazla anlayış beklemektir. İnsanlar neden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. Hayır anlamazlar. Bir yalnızı görmemişlerdir asla; ondan tanımaksızın nefret etmişlerdir sadece. İnsanlar onu tüketen olmuşlardır. Bitişik odanın, onu baştan çıkaran sesleri olmuşlardır... Bir av hayvanı gibi barınağını sezmişler ve uzun gençliği sürekli bir takip altında geçmiştir... Fakat sonra... Bütün yaptıklarının onun canına minnet olduğunu anlamışlardır; yalnızlık kararında onu desteklediklerini ve kendilerinden sonsuza kadar uzaklaşması için yardımda bulunduklarını fark etmişlerdi.”
    
Birileri üzerimize basıp geçiyor. Kıstırılmış gibiyiz, kendimize seçtiğimiz uzaklıklara kaçmış ama gene de ölü fillerin dişlerini sökmeye gelen fil avcılarının cesetlerimizin peşine düştüğü gibi, kendi iç mezarlıklarımızda yakalanıyoruz. Oysa filler, doğanın en gururlu canlılarıdır. Onlar ki, yalnızca bir kişiyi gerçekten sever, hayatlarını paylaşır, ürer ve öleceklerini hissettikleri an, kaybolup giderler... Çünkü onlar, cesetlerine kimsenin sahip çıkmasına, onları güçsüz bir yokoluş içinde görmesine, bu yokoluş öncesindeki büyük acılarını farketmesine asla katlanamazlar. Aslında o ne büyük acıdır ki, tek başına ölmek ve bu kararı vermek, çok uzaklara sessiz ve vakur olarak dönmemecesine gitmek!..
     Fil mezarlığında tek başına ölümü beklemek, uzanıp ölümü beklemek, uzanıp ölüme yatmak!..Başka hiçbir canlının o yükü kaldıramayacağı kadar ağır bir karardır bu. İnfazı kendisindendir çünkü...
     Angelos Sikelianos, Buddha’nın öğrencisi Atzesivano’nun intiharını dizelere dökmüş. Bir güvercin ruhunda bıçak bileyen bir şiirin, düz yazıya dökülüşü... “Tam bir karanlık içinde Atzesivano, bıçağı aldı ve o anda ruhu bir ak güvercindi onun. Geceleyin bir yıldız nasıl kayarsa göğün en gizli sığınağından ya da elma baharı nasıl dökülürse yere, onun ruhu da öyle uzaklaştı göğsünden. Boşuna değildir böyle ölümler. Çünkü ancak hayatı o gizemli ilk görkemiyle sevenler sonunda tanrısal bir dinginlik içinde derinliklere inen varlıklarının o büyük hasadını biçebilirler.”
    
Fil avcıları!.. Ruhlarımızı geri verin bize; aynı boy kesilmiş şömine odunları gibi dizilmişsiniz karşımıza. Kıpırtısız ve sevgisiz siluetleriniz için yanmak, onurumuzu kırıyor ve sizi sevmek ruhumuzun helezonlarında kıskaçlıyor bizi... Madem ki gitmeyi istemiyorsunuz, o zaman biz gideriz. Geride kalan olmayalım hiç ne olur. Filler mezarlığına tek kişilik biletimi kesiyorum!..

---------------------------------------------------------------------------
[italik düşünceler] [şiir defteri] [edebiyat] [portre] [günlük] [editör]