Hayatın rezilliğine, kaypaklığına gözyummak yakışır mı "insan" olmaya soyunanlara?
Birden fazla olmanın 
derin anlamı


     Kandırdılar beni. Hem de fena halde. Hayatı yüzüne gözüne bulaştırmak olsa olsa böyle bir şeydir. Neden bir takım gerçekleri yaşamadan kabullenmek mümkün olmuyor? Neden acılarla bu denli içli dışlı olmak zorundayız? Hayatın rezilliğine, kaypaklığına gözyummak yakışır mı “insan” olmaya soyunanlara?
     Beni kandırdılar!.. Hem de göz göre göre... Her yanım acıyor. Genzimde buruk bir tat var şimdi... Dostluk dediğiniz nedir sizin? Hayatın verdiği, sizin de hiç sorgulamadan kabullendiğiniz emirlerden biri mi sadece? Yoksa yine birilerinin uygulamanız üzere projelendirdiği dünyevi bir gereksinim modeli mi? Siz kimsiniz? İnsan olmanıza kaç var? Size soruyorum “dost”larım!.. Cevap verecek gücünüz var mı?
     Dostluk birden fazla olmanın en derin anlamıdır. En koyu siyahların tam ortasındayken bembeyaz bir düş görmüşüm meğer...
     Size inanmıştım. Beni yoketmek için giriştiğiniz anlamsız savaş zerre kadar umurumda bile değil. Hayatın hangi kıyısında yaşadıklarını bilmeyenlerin ettiği küfürler, zedeleyebilir mi insanlık onurunu? Hiç sanmıyorum zavallı kardeşlerim. Güven, insan olan için ne kadar önemli bir kavram. Güvenmeden yaşamak mümkün mü bu kadar pislik sarmışken dört yanı? Ölüme göndermeler yaparken kimi zaman, sevgiden bucak bucak kaçmanın izahı nasıl yapılabilir? İnsandan ve insanlıktan bu kadar korkmak av hayvanlarının işidir, sizin değil canım dostlarım benim!..
     Ben de bir zamanlar hayatın öngördüğü gibi yaşardım. “Yaşama eylemi lügatı”ndan “iyi ve sevilen insan nasıl olmalıdır” başlıklı bölümü dikkatlice okur, ardından uygulamaya geçerdim. Bu büyük eseri kim kaleme almıştı? Yüce toplum mu? Kutsal kitaplar mı? Belki hiçbiri, belki hepsi birlikte.
     Aynı bölümde bir altbaşlıkta aynen şöyle diyordu: “İyi ve sevilen insan olma yolunda çok dostu var gözükmenin işlevi.” Merakla okumaya başladım. “...Çok olmak, az olmaktan daha iyidir. Hayatın tüm büyüsü, biz kelimesinin içeriğinde gizlenmektedir. Eğer hiç kimseye benzemiyorsanız, mutlaka aklınızı başınıza devşirip benzemeye çalışmalısınız. Yoksa yalnız kalır, toplumca dışlanırsınız. Kişiliğinizi, biz kelimesinde kendinize az çok benzeyenleri bulup, onlarla birlikte olmak süretiyle aramak zorundasınız. Siz tek başınıza koskocaman bir hiçsiniz sevgili insanlar. Birey kavramını tez elden yoketmek en birinci görevinizdir, aklınızdan çıkmasın...”
    
Biricik başucu kitabının öngördüğü üzere varlıkları acilen gerekli bu dostçukları aramaya koyuldum. Aranan şahsiyetler de aynı kitabı okuduğu ve muhtemelen birbirlerine benzemeye çalıştığı için birbirimizi bulmak pek zor olmadı. Onlar biraz bana, ben biraz onlara benzedim ve dost oluverdik işte.
     Dostlar acıyı ve tatlıyı paylaşmak zorundaydı. Biz de öyle yaptık. Dertlerimiz ve sevinçlerimiz doğallıkla birbirine benziyordu. Dert hangimizindi, mutluluk hangimizin? Bu muhteşem şaheserin vaadettiği yanılsaması bol, imajı pek yoğun dünyanın içinde yerimiz neydi? Kafamı kurcalayan pek çok soru vardı ve okumaya devam ettim: “...Biz kelimesinin ana korumacılığına sığındınız mı? Şimdi yapacağınız önemli bir şey daha var: Karizmatik kişilik imajı oluşturmak. Bulunduğunuz topluluk içinde acilen liderliğe, sözü geçerliğe, ağzının içine bakılırlığa oynamanız gerekmektedir. İnsanlar çevrenizde pervane olup, size hayranlık besledikçe yükseleceksiniz, başınız bulutlara değecek. Bu ‘biz’ kavramından uzaklaşıyorsunuz anlamına gelmemeli asla. Elbette topluluk içinde sizden başka insanlar da lider olmak için çaba harcayacak ve aranızda çok hoş rekabet oluşacaktır. Sizin veya bir başkasının lider olması başlıbaşına bir illüzyondur. Hepiniz, ayrı şeyleri yaşayan, aynı anda aynı şeyleri düşünen biz cemaatinin inançlı insanlarısınız. Yok aslında birbirinizden farkınız.”
     İşte bu satırları okurken vardım “birey olmanın derin anlamı”nın farkına. Bu dostluk ustaca hazırlanmış amaçlı bir senaryoydu sadece.
     Elbette “biz olmak” kötü ve yanlış bir tutum değildi. Lakin birey olmayı başarmadan gerçek bir dostluğu paylaşmak, ne yazıktır, mümkün değildi. Böyle dostlukları edinmek o muhteşem kitabın söyledi kadar kolay da değildi. İnsanın başına ömür boyunca bir ya da iki kez geliyordu. Tıpkı imajsız, makyajsız ve olanca içtenliğiyle yaşanan aşklar gibi...
     Kitap aslında ne söylüyordu? Lafı ne demeye getiriyordu? Dinleyin ve görün: “Çevrenizdekilere kötü davranacak, fırsat buldukça onları küçük düşüreceksiniz. Eğer sizden başka liderliğe oynayanlar varsa, onları hemen altetmelisiniz. Bu da çamur atmak, sahtekarlık, ikiyüzlülük ve kaypaklıkla olur. Durun hemen şaşırmayın! Yeni Dünya Düzeni’nin yükselen değerlerin olmazsa olmaz şartlarından birisidir bu, ez ve geç...”
     Tüm bu sayageldiklerimin bilinciyle biraz daha rahatım şimdi.Beni terkeden, yoketmek için elinden geleni ardına koymayan, yüreğime teğet bile geçemeyen bu insan müsvettelerini daha iyi anlayabiliyorum artık.
     Onların küçücük beyinlerinde her türlü konuda önceden kesilmiş ahkam modelleri zaten mevcuttu. İnsanı yargılamak, canı istediğinde suçlamak, bok atmayı erdem bellemek onların işiydi. Akıllarının ermediği/yetmediği yerde de birileri onların yerine karar veriyordu nasılsa. “Gel keyfim gel ve yaşasın Yeni Dünya Düzeni’nin kutsal kitabı muhabbeti” sizin anlayacağınız...
     İnsanları çok seviyorum ama yalnızca “insan”ları... O muhteşem kitabı ise çoktan yaktım. Yeni sistemin “mürid”lerine ve tüm “dost”larıma mutluluklar diliyorum. Gönül dolusu, inanın gönül dolusu...

---------------------------------------------------------------------------
[italik düşünceler] [şiir defteri] [edebiyat] [portre] [günlük] [editör]